Darbeyle beraber gözaltılar, hapishanelerde, hücrelerde işkenceler, tutuklamalar, idamlar yaşandı ve darbe sonrası binlerce sendikacı, işçi, memur, öğrenci, öğretmen, İmam Hatip ve akademisyen görevden uzaklaştırıldı, sürüldü, binlercesi ülke dışına kaçmak zorunda kaldı, yüz binlerin, milyonların haysiyet ve onuru ile oynandı.
Genellikle solcu kesimin ağır bedeller ödediği 12 Eylül döneminde ülkücülerden ve İslamcılardan da çok sayıda insanımız ağır işkencelere maruz kaldı. Darbeden hemen sonra ilk idam edilenler ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu ve sol görüşlü Necdet Adalı olmuştu. Sonuçları itibariyle de top yekûn bir toplum ağır bedeller ödemiş ve ödemeye de devam etmektedir.
İdama mahkûm edilenler için "Asmayalım da besleyelim mi?" diyen Cunta lideri Kenan Evren 3 Ekim 1984'de Muş gezisinde yaptığı konuşmada bu ülke insanına yaklaşımını şu ifadelerle dile getirmişti: "Şimdi ben, bunu yakaladıktan sonra mahkemeye vereceğim ve ondan sonra da idam etmeyeceğim, ömür boyu ona bakacağım. Bu vatan için kanını akıtan bu Mehmetçiklere silah çeken o haini ben senelerce besleyeceğim. Buna siz razı olur musunuz?"
Ayrıca 12 Eylül darbesi ile siyasetin kalbi TBMM ve demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilen siyasi partiler kapatıldı, temsilcileri cezaevlerine konuldu, lider kadrolarına siyasi yasak getirildi, parti mallarına el konuldu.
Bugün yaşadığımız Kürt Sorunu ve acıların en önemli nedenlerinden biri hiç kuşkusuz 12 Eylül dönemidir. Bu dönemde sadece Diyarbakır ve Mamak cezaevinde uygulanan sistematik işkenceler yalnız cuntacılar için değil, izleri ve sonuçları devam ettiği sürece siyasi iktidarların ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ayıbı olarak devam edecektir. Ülke olarak karşı karşıya kalınan ve yaklaşık 30 yıldır kardeşkanının dökülmesine neden olan Kürt sorununu anlamak için 12 Eylül döneminde Diyarbakır cezaevinde uygulanan insanlık dışı işkenceleri bilmek yeterlidir. Ayrıca 12 Eylül askeri rejimin Diyarbakır Ceza Evi başta olmak üzere, ülkenin bir bölgesinde uyguladığı terör, şiddet, işkence gibi insan haysiyet ve onuruyla bağdaşmayan uygulamalarını bilmeden, anlamadan Kürtleri ve PKK’yı doğru anlamak da mümkün değildir. Daha önemlisi 12 Eylül dönemini yaşanmış anılardan ve geçmişte bırakılmış bir zaman diliminden ibaret saymak gerçekleri gizlemektir. Gerçeği ifade etmek gerekirse; bugün yaşadığımız sorunların hepsinde 12 Eylül damgası vardır.
Siyasi iktidar ve Devlet bugün 12 Eylül dönemi ile hesaplaşmak yerine cuntacılarla yargı üzerinden sembolik duruşmalarla yüzleşmeye çalışmaktadır. Samimiyetten uzak olan bu uygulamalar, demokrasi adına trajikomik bir durumdur. Esas olan cuntacılarla yüzleşmek değil, 12 Eylül dönemi ve cuntacıları ile hesaplaşmaktır.
Ne yazık ki, 12 Eylül askeri darbesi ve cuntacılar için yönetime el koymak için dayanak yapılan TSK’nin İç Hizmet Yasası’nda yer alan “Silahlı Kuvvetler’in vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” 35.maddesi demokratik, hukuk devleti iddiasında olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde hala yürürlüktedir. Yasal mevzuat hala geçerliliğini korumaktadır. Koşullar ve Ordu komutanlarının değişen zihniyeti bir darbe ihtimalini ortadan kaldırmıştır. Ancak Cunta zihniyetli bir Genelkurmay Başkanı ve uluslararası konjonktürün uygun olması durumunda mevcut mevzuat maddesi gerekçe yapılarak yönetime müdahale etmek mümkündür. Bu maddenin hala yürürlükte olması ve “Başka ülkelerde yasal dayanağı olmadığı halde darbe oluyor, bunun için de 35. maddenin olup olmaması önemli değil” diyen bir anlayışın siyaset alanında olması dahi utanç verici bir durumdur. Bu yüzden yakın tarihimizden gerekli dersleri çıkardığımız kanaatinde değilim. Bugün “Devletin isterse, kendisine karşı ayaklananları ezip geçebilecek gücü olduğu konusunda kuşku yok” diyerek tehditler savuranların Devletin kendisine karşı gelenleri silindir gibi ezdiği 12 Eylül askeri darbesinin bugünkü sonuçlarına bakmalarını tavsiye ediyorum.