
Elbette böyle hassas konularda, insan hayatının söz konusu olduğu mevzularda söz söylerken daha seçici davranmak gerekir. Bu nedenle dünyanın birçok ülkesinde “sivil itaatsizlik” temelinde zaman zaman başvurulan bu eylemlerin siyasi meşruiyetini değerlendirmeyi bugün itibariyle doğru da, ahlaki de bulmuyorum.
Ancak şunu belirtmem gerekir ki, Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması, anadilde eğitim ve savunma hakkının verilmesi gibi siyasi/ insani talepler meşru ve demokratik olsa da, bu talepler için insanların bedenlerini açlık grevi ile ölüme terk etmesini doğru bulmuyorum. Hayata bakışım olan inancın gereği olarak da insanların hayatı her şeyden daha değerlidir ve bu can Rabbimizin bize bir emanetidir. Bu bağlamda, kendi bedenine bir işkence ve intihar girişimi olması hasebiyle açlık grevinin bir yöntem olarak seçilmesini onaylamak ve desteklemek zorunda değiliz ancak bir insanlık dramına kayıtsız kalmak, duyarsız davranmak insanlık adına kabul edilebilir bir anlayış da değildir.
Açlık grevine neden olan şartlar, her zaman siyasi iktidarlar için bir kambur ve utanç vesilesi olmuştur. Eylemlerin fiilen ölüm orucuna dönüşmesi durumunda ise, toplumsal vicdanı yaraladığı kadar siyasi iktidarları değiştirecek bir etki yapması da mümkündür. Hangi gerekçe ile yapılırsa yapılsın, bu sürecin ölümle sonuçlanması durumunda, bu ölümlerin sorumlusu siyasi iktidarlardır. Bugün gelinen noktada, AK Parti iktidarı böyle bir sonuçla karşı karşıyadır.
Ne yazık ki, muhafazakâr/dindar kesimlerlerden aydın, yazar, siyasetçi, kanaat önderi, demokratik kitle örgütleri gibi kesimler, farklı dini yorumlarından daha çok, Başbakan’ın öfkesini üzerine çekmemek adına, ölüm oruçlarına karşı yeterli duyarlılığı gösteremediklerini düşünüyorum. Hükümet yanlısı medya organlarının, başından itibaren vicdanları kanatan bir sorunu görmezden gelmesi bu tezi doğrular niteliktedir.
Diğer taraftan, ölüm oruçları ile Hükümetin, dolayısıyla Türkiye’nin köşeye sıkıştırılmak istendiği iddiası doğru olabilir ancak bu gerekçe ile olup bitenlere seyirci kalmak, duyarsız davranmak, kanaatime göre vebaldir, en azından ayıptır. Cezaevlerinde ölüme yavaş yavaş yaklaşan Kürt militanlarının çığlıklarına kulak tıkamayı ideolojik bir gerekçeye dayandırmayı başaranlar, dışarıda çocuklarının ölüm haberini bekleyen ailelerin çığlıklarına kayıtsız kalabilmeyi nasıl başardıklarını merak ediyorum. Eylemciler için bu girişim siyasi bir mücadele amacı taşısa da toplum için bu durum ahlaki ve vicdani yönüyle önemlidir.
Yöntem olarak açlık grevleri ise toplumsal vicdana hitap eden bir direniş yöntemidir ve dikkatleri soruna yoğunlaştırmanın en etkin yollarından biridir. Sağduyu ile hukuk zemininde çözülmemesi durumunda, ölenler kadar muhataplarına da ölümcül siyasi darbe indirme potansiyeline sahip bir eylem biçimidir. Bu nedenle, Hükümetin ve Başbakan’ın eyleme sağduyu ile yaklaşması siyasi bir zorunluluktur. Aksi halde, sadece içerde değil, uluslararası toplum nezdinde de hem hükümetin hem de Türkiye’nin imajının olumsuz yönde etkileneceğinden kuşkum yoktur.
Son zamanlardaki süreç bir kez daha göstermiştir ki popülist politikaların sonucu çaresizliktir. Bu nedenle, Kürt sorunu karşısında son dönemdeki tutumuyla Hükümet tam anlamıyla çaresizdir. Bilmeliyiz ki, ölüm oruçları, PKK eylemlerinden çok daha etkin ve sarsıcıdır. Ciddiye alınmaması durumunda bu yöntem AK Parti ve Türkiye’yi geçmişten çok daha fazla zorlayacağa benzemektedir.
Türkiye, ölüm oruçlarının gerekçelerini er veya geç ortadan kaldırmaya ve talepleri karşılamaya mecbur kalacaktır. Milliyetçi gurur ve iktidar hırsı nedeniyle daha fazla insanın ölmesini ve yeni dramların yaşanmasını beklemek Türkiye’nin yararına olmayacağı gibi, bunlara neden olanların tarihi bir sorumluluk taşıdığı da aşikârdır.
ab_erdogmus@hotmail.com