
Esas itibariyle sistematik şiddet; daha çok ulusçu/milliyetçi mücadelelerin ideolojik karakteridir. Şiddeti esas almayan hiçbir ulusçu/milliyetçi kurtuluş hareketinden söz edilemez. Ayrıca, özellikle coğrafyamızda, bağımsız devlet olarak statü kazanan ulus-devletlerin neredeyse tamamı, ulus yararına vatandaşına karşı şiddeti esas alan bir siyasal düzen inşa etmişlerdir. Bunun bedeli de sadece bölünme, ayrışma, düşmanlık olarak ortaya çıkmamış ayrıca şiddeti kullanan halkların kendileri de aynı şiddetin kurbanı olmuşlardır.
Bir tespit olarak şu söylenebilir; emperyalistlerin himayesinde bölünerek kurulan ulus/milli devletler, daha çok bizim coğrafyamızda ulusal bağımsız(!) kimlikleriyle sömürge olmaktan öteye gitmediler. Bugün de milli devletler, demokrasi kılıfı ile temelde küresel kapitalizme hizmet etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Kuşkusuz sorun, bağımsız olmak veya demokraside değil, sorun; tabiatı gereği ayırımcılığı ve şiddeti içeren milliyetçilikte ve bunun da tabii sonucu olarak ulus/milli devlet yapısındadır.
Bu nedenle bu yapı içinde ortaya çıkan isyanların temelinde ulus-devlet dayatması ve/veya farklı etnik unsurların ulus-devlet olma iddiası vardır. “Ulusların kendi kaderini tayin etme” hakkını tanıyan Birleşmiş Milletler, bu hakkın alınabilmesi için başvurulan şiddeti de meşru saymaktadır. Böylece şiddet; etnik unsurların milli devlet yoluyla kaderini tayin etme yöntemi olarak onaylanmaktadır. Buna göre, ulus/milli devletlere karşı ‘ulusal hak’ iddiasında olanlara, kölelik zincirlerini kırmak için egemen güce kafa tutmaktan başka bir yol kalmamaktadır.
Özgür olarak doğan insanoğlunun yine kendisi tarafından her yerde zincire vurulduğunu ifade eden Jean-JacQues Rousseau şu tespiti yapar: “sadece güç unsurunu ve bundan kaynaklanan sonuçları değerlendirecek olsam, şöyle derdim: Bir halk itaat etmeye zorlanır ve ederse, iyi eder; bu boyunduruğu ne zaman kırmak isterse ve kırarsa, daha da iyi eder; zira özgürlüğü elinden hangi hukuka dayanılarak alınmışsa, onun da bunu yine aynı hukuka dayanarak geri alması, hakkıdır…”
Kuşkusuz hiçbir halkın veya toplumsal kesimlerden herhangi birinin hak-özgürlük-adalet arayışı yadsınamaz. Ancak, ulusçuluk/milliyetçilik günümüzde kapalı toplumlarda zemin bulan gerici-çağdışı bir ideolojiye dönüşmüştür. Homojen olarak bilinen toplumlar çoğulcu yapıya dönüşürken, sınırların dahi önemini yitirdiği bir çağa doğru ilerlediğimizi görmeliyiz. Coğrafyamız bir halklar sentezidir. Bu coğrafyada ulus/milli devlet paradigması iflas ettiği gibi, ulusçu ideolojiler de çökmeye mahkûmdur.
Milli/ulus devletlerde esas olan; devletin bağımsızlığı, sözüm ona ulus’un özgürlüğüdür. Bir toplum, kaderini devlete veya herhangi bir örgüte teslim etmesi durumunda özgürlüğünü kaybetmiş demektir. Ayrıca, adına bağımsız denilen bir ulus/milli devlete sahip de olsa, kanaatime göre fikri ve ahlaki varlığını kendi medeniyet değerleri üzerinden geliştirmeyen bir millet, özgür bir millet sayılmaz. Artık, ulusçuluk/milliyetçilik dışında yeni ortak paydalara ihtiyaç vardır. Yaşadığımız çağın ruhuna uygun olan; adalet ve özgürlük arayan kesimlerin, birleştirici bir ‘ideoloji ‘yerine, birleştirici bir ‘dil’ bulmalarıdır.
Şiddetin rolünü/etkisini inkâr etmemekle birlikte, 21. yüzyıl özgürlük mücadelelerinde ‘silahlı hareketlerin’ bir mücadele yöntemi olmaktan çıkarılması ve mücadelenin şiddetten arındırılması gerektiğine inanıyorum. Kuşkusuz bu yaklaşım, özgürlük taleplerinden vazgeçilmesi şeklinde algılanmamalıdır. Esas olan; Hak ve Özgürlük mücadelesinde sivil-direniş ve siyasi mücadele yöntemidir. Sonuç almak için bu yöntemi başarıyla uygulayabilmek önemlidir.
Haklı da olsa, şiddeti merkeze koyan hareketler, günümüzde kamuoyu desteğini almakta zorluk çekmektedir. Toplumsal vicdana hitap etmeyen talepler artık kabul görmemektedir. Şiddet, toplumsal vicdanın reddettiği bir yöntem haline gelmiştir. Uluslar arası destek olmaksızın şiddetin bir işe yaramayacağı da ortadadır. İç dinamiklerle şiddet kullanarak ulus devletleri dize getirmek pek mümkün değildir. Varlığını şiddete borçlu olan ve şiddetten beslenen ulus-devlet yönetimlerinin dayattığı şiddet yöntemi yerine, sivil halk hareketleri olarak karşı koymak yeni dönemin mücadele stratejisi olarak gelişmektedir. Şiddetin egemen olduğu bir yerde şiddete karşı sivil duruş sergilemek önemlidir.Bilmeliyiz ki özgürlük, lütfedilecek, kendiliğinden verilecek bir hak değildir, talep edilecek, alınacak bir haktır. Onurlu bir toplum için özgürlüğü refahından daha önemlidir.
Özgürlük talebi olan herkes ve her kesim için aliya İzzetbegoviç’in şu sözleriniörnek olarak vermek istiyorum:“Dışarıdan gelen özgürlük yoktur. Hiç kimse hiçbir zaman, kimseye özgürlüğünü hediye etmemiştir. Böyle bir özgürlüğe bizim ihtiyacımız da yoktur. Her halk, özgürlüğünü kendisi kazanmak zorundadır, aksi takdirde yok olacaktır. O kendi içinde güç bulmak zorunda ve bunu yapabilmesi için de adını, kökenini, geçmişini, şimdi ve geleceğini bilmek ve bu değerlere saygı duymak zorundadır.”
Doğru olduğuna inandığım yöntem; hak ve özgürlük mücadelesinde şiddeti dışlayan ancak şiddetten daha şiddetli olan toplumsal bir irade ortaya koyabilmektir. Biliyoruz ki “Çelik bir irade, çelik silahlardan daha güçlüdür.” Bunu gerçekleştirebilmenin yolu, kısaca ifade etmek mümkün olmasa bile, birleştirici bir “dil”, “adalet” temelinde herkes için hak ve özgürlük talebi ve bunun için ortaya konulacak şiddeti dışlayan şiddetli bir iradi duruştur.